25 Mayıs 2011 Çarşamba

Ruanda Bilmecesi

Afrika’nın en küçük ülkelerinden biri olan Ruanda’da, 1994 yılında gerçekleşen soykırımda, Fransa’nın aktif rol oynadığı yönündeki tartışmalar yeniden uluslararası kamuoyunun gündeminde. Ruanda hükümeti, Fransız askerlerinin yaşanan katliamlara kayıtsız kaldığını ve militanlara yardım ettiğini öne sürerken, Fransa iddiaları kesin bir dille reddediyor. Fransa’yı hedef alan suçlamaların gerçekliğini ve Fransa cephesinde yaşananları değerlendirmeden önce, insanlık tarihinin en kanlı olaylarından biri olan Ruanda Soykırımı’na göz atmak gerekiyor.

Sömürge Dönemi ve Soykırım

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda’yı sömürgeleştiren Belçika, son zamanlarda Ortadoğu ve Balkanlar’da uygulamalarına sıkça rastladığımız türden ayrılıkçı, ırkçı siyasete başvurarak ülkedeki iki etnik grup arasında -Hutular ve Tutsiler- derin uçurumlar açar. 1950’lerin ortalarına gelindiğinde ise, yarattığı kargaşa ortamını da ardında bırakarak ülkeden çekilir. Belçika’nın çekilmesi ile ülkedeki etkinliğini arttırmak isteyen Fransa, dönemin Ruanda Başbakanı Habyarimana ve Hutular’a açık destek verir. 6 Nisan 1994’te Hutu Başbakanı Habyarimana’nın uçağının bilinmeyen bir nedenle düşmesi üzerine, olayı suikast olarak yorumlayan Hutular sokağa dökülür. Yaşanan kanlı olaylarda, yüz binlerce Tutsi ve ılımlı Hutu öldürülür. Temmuz ayının ortalarına gelindiğinde, 1 milyona yakın insan hayatını kaybetmiştir.

BM ve ABD Üç Maymunu Oynuyor

Roméo Dallaire
Soykırım öncesinde Ruanda’da bulunan BM Barış Gücü (UNAMIR), bir dizi ihmalkârlık sebebiyle ülkedeki tansiyonu düşürmekte yetersiz kalır. Öyle ki; şiddet olayları başlamadan birkaç ay önce, ülkede büyük bir katliam yaşanacağı yönünde istihbarat alan BM Barış Gücü’nün komutanı General Dallaire, bu bilgiyi kendisi de bir Afrikalı olan, günün BM Barış Gücü operasyonlarından sorumlu Genel Sekreteri Kofi Annan’a iletir. Ancak Annan, soykırımı engelleyebilecek önlemleri almak yerine, Dallaire’ye bu işe karışmaması yönünde talimat verir. Soykırım başladıktan kısa süre sonra, ölü sayısının yüz binleri bulması üzerine Dallaire, BM’den ülkedeki asker sayısının arttırılmasını ister. Ne var ki, BM Güvenlik Konseyi aldığı kararla Ruanda’daki askerlerin sayısını arttırmak yerine azaltır. Dallaire soykırımdan yıllar sonra yaptığı açıklamalarda, BM’nin ülkedeki katliamları önleyebileceğini ama bunu yapmadığını itiraf eder. BM cephesinde bu umursamazlık hüküm sürerken, başta ABD olmak üzere küresel güçler de Ruanda’da dünyanın gözleri önünde gerçekleşen katliamı görmezden gelir. Öyle ki, sorumluluk almak istemeyen ABD, “soykırım” sözcüğünü kullanmaktan bile kaçınır.

Fransa Soykırımda Aktif Rol Oynadı mı?


Fransa cephesinde ise işler daha da karışıktır. 2006 yılında kurulan ve soykırımı inceleyen Ruanda Araştırma Komisyonu, hazırladığı 500 sayfalık raporda, Fransa’yı soykırımın suçlusu ilan etti. Raporda, Fransa’nın soykırımı gerçekleştiren Hutu milislerini eğittiği ve onlara silah sağladığı iddialarının yanı sıra, soykırımın son haftalarında BM Barış Gücü tarafından yönetilen Turkuaz Operasyonu’nda, görevi güvenli bölgeler oluşturmak olan Fransız askerlerinin, Tutsiler’i Hutu militanlarına teslim ettiği yönünde iddialar da var. Raporun iki ülke arasındaki diplomatik gerginlik nedeniyle tarafsızlığı tartışılsa da, çok güçlü delillere dayandığını vurgulayan Fransız Le Monde Gazetesi, Fransız yargı makamlarının da sorumluların mahkemeye çıkartılabilmesi için işbirliği yapması gerektiğini vurguladı.


BM Barış Gücü'ne Bağlı Fransız Askerleri - Rwanda
Fransa, her ne kadar Ruanda’ya BM Barış Gücü kapsamında, bölgedeki Fransız vatandaşlarını koruma amaçlı müdahale ettiğini öne sürse de, Fransız askerlerinin barış gücünden önce de ülkede bulunduğu ve ülkedeki iç savaş sırasında ırkçı ideolojideki Hutu hükümeti tarafında yer aldığı biliniyor. Bu bağlamda her türlü haber ve istihbarat kaynağını elinde bulunduran Fransa’nın, BM Barış Gücü komutanı General Dallaire’nin ülkede bir soykırım gerçekleşeceği yönünde aldığı istihbarattan bihaber olması pek de mantıklı değil. Peki, Fransa’nın tepkisizlik politikasının altında yatan neden ne olabilir? Bu sorunun yanıtını, Fransa’nın 19. ve 20. yüzyıllardaki emperyalist politikalarında bulmak mümkün.

Afrika ülkeleriyle olan ilişkiler, Fransız dış politikasında her daim önemli yer tutmaktadır. Bugün, bu eski sömürgeci güç, pek çok Afrika ülkesine yatırım yapıyor ve bu yatırımları karşılığında hammadde piyasasındaki konumunu daha da güçlendiriyor. Fransa’nın 1962 yılında Belçika sömürgesinden çıkan Ruanda’da etkinliğini artırmak için Fransızcayı resmi dil kabul eden Habyarimana hükümeti ve Frankapon Hutular’ın yanında yer alması da eskiden kalma sömürgeci siyaset anlayışından kaynaklanıyor. Bu sebeple zaten Batı Afrika’yı elinde tutan Fransa’nın, Ruanda kanalıyla Orta Afrika’da da hâkimiyetini arttırmak istemesi ve Ruanda’daki resmi hükümete silah sağlayarak bu fiilini legalleştirmesi hiç de şaşılacak bir durum değil.

Şimdi Ne Olacak?

Ruanda hükümeti, hazırlanan soykırım raporu doğrultusunda, Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda Fransa aleyhine bir dava açabilir. Ancak muhtemel davanın Fransa’yı bağlayıcılığı konusunda hukuki sorunlar bulunmaktadır. Uluslararası Adalet Divanı Tüzüğü’ne göre; bir ülkenin başka bir ülke aleyhinde UAD’ye başvurması durumunda sürecin işleyebilmesi, hakkında dava açılan ülkenin kovuşturmaya izin vermesi halinde mümkün olabilir. Kısaca, Fransa’nın yargılanması sadece kendi rızasıyla olabilir. Bu sebeple başından beri soykırım suçlusu olduğu yönündeki iddiaları kesin bir dille reddeden Fransa’nın, sorumluların yargılanmasına yanaşmayacağı anlaşılıyor. Hâlbuki soykırıma karışmadığını savunan Fransa, aklanmak için hakkında açılan davayı görüşmeyi kabul edebilirdi. Ancak Fransız yetkilileri, şüpheleri iyice üzerlerine çekmek pahasına suçlamalar karşısındaki kesin tavırlarını değiştirmiyorlar.

François Mitterrand


Fransa’nın, Ruanda’ya BM Barış Gücü kapsamında müdahale ettiği yönündeki ısrarlı tavrı da suçlamalardan sıyrılmak için kullandığı zekice bir yöntemdir. Nitekim Fransa, Srebrenitsa katliamında yakınlarını kaybedenlerin Hollanda’ya açtığı davadan çıkan, “BM'nin dokunulmazlığı ölçüttür” kararının emsal gücüne güvenmektedir. Fransa’nın bu tavrı, BM’nin “dokunulmazlık” şemsiyesi altına girme çabalarını yansıtır niteliktedir. Hiç kuşkusuz, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun savaş suçlularının cezalandırılması, evrensel barışın sağlanması bakımından önemlidir. Ancak asıl önemli olan, “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” dedirten anlayışın vicdanlarda yargılanması ve mahkûm edilmesidir.


Burcu Şenay / Afrika Araştırmaları Masası - 25 Ağustos 2008 Cumhuriyet Strateji

21 Şubat 2011 Pazartesi

PKK'ya İki Yeni Üs: Ermenistan ve Kıbrıs

Wikileaks iki gün önce ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edalman'ın kaleminden çıkan 01.06.2005 tarihli bir belge sızdırdı. Belge ABD, Türkiye ve Irak'ın PKK/Kongra-Gel'i konuşmak üzere biraraya gelişlerini ve bu görüşmenin detaylarını içeriyor.

Belgenin büyük bir kısmı zaten bilinenin tekrarından ibaret. Ancak son paragrafa geldiğimizde oldukça ilginç detaylara rastlıyoruz. Edelman, her ne kadar PKK'nın merkezinin Irak'ın kuzeyi olduğu (kendisi kuzey Irak olarak belirtmiş) bilinse de örgütün başka ülkelerde de aktif olduğunu belirtiyor. Böyle bir ifade ile karşılaştığınızda aklınıza ilk gelecek ülkeler ya İran olur ya Suriye değil mi? Bu sefer öyle değil. Edelman'ın ifadelerinden PKK'nın Kıbrıs ve Ermenistan'daki varlığından endişe ettiği anlaşılıyor.

Neden Kıbrıs ve Ermenistan?

Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkiler karşılıklı protokollerin imzalandığı ve bununla beraber ilişkilerin yumuşadığı o kısa süreci saymazsak eğer hala düşük bir profil izliyor. Siyasi arenadaki bu kopukluk hiç kuşkusuz sosyolojik ve kültürel alanlara da aynı şekilde yansıyor. Siyasi kültürden ya da devlet geleneğinden beslenen kamu yaşamı da siyasetle ve devletle aynı söylemi geliştiriyor ve sonraki nesillere aktarıyor. Bir nevi bir döngü bu.  Bu açıdan baktığımızda PKK'nın Ermenistan'ı seçmesine hiç de şaşırmamak gerek. Ya da Ermenistan'ın PKK'yı seçmesine mi demeliydik? Ermeni terör örgütü Asala'nın 1980'lerde bir anda ortadan kaybolması ve yine o PKK'nın birden ortaya çıkması oldukça ilginç bir çakışma. Ermenistan'ın PKK'yı maddi olarak finanse ettiğini ya da örgütün eleman ihtiyacını karşıladığını tahmin edebilirdik bugüne kadar ancak PKK'lı teröristelere topraklarını açmış olması hem Türkiye'nin güvenliği hem de uluslararası ilişkiler açısından tedirgin edici.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nde de Türkiye'ye karşı nefret söyleminin nesilden nesile aktarılması, devlet ve siyasi kültür tarafından bu nefretin sürekli yeniden üretilmesi durumuyla karşılaşıyoruz. Yani PKK için bir başka vaha. İki gün önce Güney Kıbrıs'ta gerçekleşen Öcalan yürüyüşü de yıllar önce Edelman'ın endişelerinin aslında ne kadar da yerinde olduğunu gösterdi bizlere. İşin üzücü tarafı yürüyüşe Kuzey Kıbrıs'tan da bazı katılımların olması. Nedense çok şaşırmadım. Özellikle geçtiğimiz haftalarda Kıbrıs'ta yapılan eylemi de hatırlayınca... Evet yıllardır Güney Kıbrıs Türkiye'yi adada işgalci olarak tanımlıyor ama bu düşünceleri Kuzey Kesimin'de de bir çok kişi paylaşıyor artık. Ve artık Yavru Vatan da Ana'sından feyz almış kendi düşmanlarını kendi yetiştiriyor.

PKK kullanıyor mu kullanılıyor mu sorusunun cevabı açık: Her ikisi de. Türkiye'yi milli çıkarlarına engel olarak gören ülkeler PKK'yı  Türkiye'ye karşı bir maşa ya da caydırıcı, yıpratıcı bi unsur olarak görüp destekliyorlar. PKK  ise bu düşmanlıklardan faydalanarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Yani karşılıklı çıkar ilişkisi söz konusu.

Her fırsatta dış politikamızın eskisinden ne kadar farklı olduğunu söyleyen ve hükümet politikalarına övgüler düzen şahıslara sesleniyorum; PKK'nın komşularımızla olan samimiyetinin her geçen gün daha da artması eğer sizin dış politikanızın "başarısı" ise hizmet ettiğiniz amaç konusunda bizi biraz daha aydınlatmanız gerekiyor.

Wikileaks-U.S.-Turkey-Iran Talks on PKK
Güney Kıbrıs'ta Öcalan Yürüyüşü